اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ
17 Ağustos 2006
Değerli kardeşim,
Selâm, sevgi, dua ve hürmetten sonra bu günlerde zihnime takılan bir meseleyi sizinle görüşmek istedim.
Bazı vesilelerle belki tahkik için, din-dünya, maddiyat-maneviyat ayrı ayrı mülahaza edilse de genellikle bunların ayrılmaması lazım gelir. Bu iki rükünlerin iç içeliği münakaşa edilmez. Mükellef bir insanın kendi mahiyeti için bilgi ve kanaat edinmesi, sadece onun bu rükünlerde minnacık bir maddî ve manevî tarafına dikkatle nazar edilmek sûretiyle anlaşılır. Cenâb-ı Hakk’ın Adalet ve Hak sıfatlarından parlayacak olan her zuhurun şimdikilerin denge dediği noktaya taşıyacağında şüphe yok. Öyle ise insanı din ve dünyaya, madde ve manaya karşı bütün bir varlık ama her şeyden mükellef bir varlık olarak düşünebiliriz.
Birimize ucu eğri bir salatalık ikram etseler de en azından onu dikkatle süzeriz, şu halde nakısları veya yamuklukları kabul edemiyoruz, hazmedemiyoruz. Fıtratımızın gereği her şeyi kusursuz ve en mükemmel istiyoruz. Böyle iken biz dengelerimize ne kadar sahip olabiliyoruz. Bütün âmâl Âlemlerin Sultanı’na takdim ediliyor. Sanki bizden O’na karşı bir hediye gibidir. O’nun azametli saltanatına ve haşmetine karşı o hediyelerde çürüklükler nasıl olabilir? Ben şahsen bizden sudur eden amel ve düşünceleri maddî ve manevî diye tasnif edilmelerine çok sıcak bakmıyorum. Bu imtihan âleminde her birerimiz Rabbimize karşı kendimizi ispat etmek zorundayız. Allah’ın razı ve hoşnut olduğu kulları için meleklerine (münezzeh) bir tefahürü vardır. Bu hususa kitap ve sünnetle dikkat çekilmiştir.
Sahib-i Sünnet Efendimiz (a.s.m.) yaptığı işi güzel yapanın hangi işi güzel yapması lazım geldiğini tasrih buyurmamıştır. Şu beyana göre yapılması lazım gelenler, maddî olabilir, manevî olabilir güzel olacak, arızasız olacak, sağlıklı olacak. İşimizi görenler insten, melekten muttali olanlar binler maşaallah, binler barekallah diyecekler. O fiilin sahibi her ne iş yapıyorsa kendisi tarafından Allah’a takdim ediliyor. Bu muvazeneli hayatı benimseyen insanların cemiyetinin nur asrı Asr-ı Saadet’e ne kadar yakınlaşabildiğini anlarsınız. Bir iş yapılıyorsa büyük veya küçük hakkı verilmesi gerekir. Aksi halde yapılmamalı.
Bizim toplumumuzda herkesi en çok meşgul eden nedir diye sorulsa; yanlışları tamire çalışmak, kusurları telafi etmek, belki rasgele fırlatılan tükürükleri temizlemek demek... Demek biz sosyal terbiyemizde yaptığımızı (hakkını vererek) güzel yapabilmeyi öğrenememişiz. Ben bir iş yapıyorsam bir başkası o işteki kusurları tamamlamak ve düzeltmekle benim mesaim kadar bir mesai sarf ediyorsa (Allah aşkına) o işi ben yapmış mı oluyorum? Bazen bir yanlış ve kusur onu yapan kimseden daha çok başkalarının zamanını harcatıyor, belki öldürüyor. Hayatım boyunca yaptıkları işleri en güzel yapabilenlere gıpta ile nazar ettim, takdir hislerimi gizlemedim. Ancak yaptığını öncelikle Allah’a beğendiren insanımız (maalesef) pek az...
Her insan bilecek ki kaderin nizamı içinde dünyalık veya ahiretlik ne ile meşgulse kendisi onun aletidir. Direkt o yapılanların neticeleri de içinde olmak üzere kendisini ilgilendiriyor, kendisi için bir hâsılat verecek. Diyemez ki: “Ben bu işi filan için yapmıştım, ehemmiyeti de onunla orantılıdır.” Böyle diyebilmek akılsızcadır, ahmakçadır. Yaptıklarımızın tartılması Allah’ın terazisinde olacak.
Bilvesile dualarınızı bekliyorum.
AHMED İHSAN GENÇ