اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ
İskenderiye, 21 Temmuz 1999
Muhterem ağabeyim,
Bugün size belki de ilk mektubumu yazıyorum. Mısır’da İskenderiye’nin “Sahil-i Şimalî” denilen bir sayfiye köyündeyim.
Selâm ve hürmetimi arzdan sonra şu hikâyemi dinleyiniz: Sizi düşünürken yarım asra ulaşan mazideki senelere kadar uzandım. 1956 yılı olacak. Meraklı ve kendine göre bir şeyler yaptığını zanneden, bunun için gayret gösteren veya çırpınan bir insan olarak sık sık ziyaret ettiğim gençlerden, yaşlılardan çok ahbaplarımı görmek ve görüşmek için Ankara’da idim. O ahbap dostlar ki içlerinde Ali Himmet Berkîler, Asım Köksallar, Osman Yüksel Serdengeçtiler, Salih Özcanlar, Atıf Urallar, Sezai Karakoçlar, Y. Mimar Zeki Gökaylar, Abdülkadir Akçiçekler, Süleyman Teymuroğulları, Hacı Sabri (Hacıbaba) Badaylar, İbrahim Kayalar, Dr. Emin Acarlar, Hafız Zekaî Efendiler, Yaşar Doğular, Yasin Göğüşler ve niceleri vardı. Bir kaçı müstesna hep rahmet-i Rahmân’a (inşaallah) hayat-ı cinana kavuştular.
O sıralarda Diyanet’te vaiz idiniz. Bazen Hacı Bayram Veli Camii’nde pek turfanda olan Nurların irşat tarzı ile yaptığınız o nefis, ihlasın iksirine sahip derslerinizi dinlerdim. Büyük bir haz hissederdim. Murat Lokantası’nın üstündeki dairede tab için hazırlanan kitaplarla meşgul idiniz. Birçok ağabey kardeşleri oradan hatırlıyorum. Ne büyük gayretle, tehalükle çalışıyordunuz. Bir kuşluk vakti oraya gelmiştim. Çalışma yaptığınız masalara yaslanmış yorgun ve bitkin bir halde uyuyordunuz. Büyük masaların üzerleri Nur kitaplarının fasikülleriyle dolu idi. Hayranlıkla sizleri seyre daldım. Ses etmemeye çalıştım, gözlerim yaşardı, belli ki çok zaman olduğu gibi güneş doğuncaya kadar çalışıp yorgun düşmüşsünüz. O halleriniz, manzaranız ne kadar duygulandırıcı ve güzeldi. Yüzleriniz bal mumu rengini almıştı. Ehl-i teheccüdün güzelliğini simalarınızda gördüm. “İşte Allah’ın veli kulları” dedim. Büyüklüklerini azamî tevazu ile beraber şahs-ı manevînin “sırran tenevveret” örtüsü perdelemiş. Şu günlere kadar yakınlığımız, hem kuvvetli manevî irtibatımız devam etti.
Bir husus var ki bundan çok minnettarım. Malum Ankara Davası’nın müdafaa ve karar celsesi için gelmiştim. Mahkemeden Hilal Yazıhanesi’ne geldik, maznunlar ve avukatlar hep beraber (hâzirûn) bir fotoğraf çektirmiştik. Bir sûretini almıştım. Bilahare o hatıra fotoğrafın makaslanmış olarak bazı kitaplarda ve gazetede neşredildiğini gördüm. Çok taaccüp ettim. Siz bana mezkûr fotoğrafın asıl filmini otuz sekiz yıl sonra (İstanbul-Göztepe’de) bir dershanemizde cüzdanınızdan çıkararak vermiştiniz. Bana çok büyük sürpriz oldu. Bu nasıl bir vefadarlık idi ki otuz sekiz yıl bir fotoğraf filmini bir kardeşinizin hatırasına hürmeten cüzdanınız içinde saklıyorsunuz. Bunu ancak Isparta kahramanlarının arkadaşları yapabilir. Nur mesleğini ruhuna sindirmiş insanlar yapabilir.
Muhterem ve mübarek ağabey,
Bu mektubumu ben hayatta iken belki de okuyamayacaksınız. Belki de hiç elinize geçmeyecek. “Öyle ise niçin yazıyorsun?” demeyiniz. Niçinini siz daha iyi anlarsınız... Ruhunuzun gözüyle okuyacağınız bu mektup için daha fazla bir şey diyemem.
Allah’a (c.c.) emanet olunuz. Müsaade ederseniz hürmet ve sevgi ile ellerinizden öpeyim. Dualarınızı istirham etmekteyim. Ey Üstadımız’ın takipçisi genç Saidler kafilesinden olan Said!
Aciz ve zayıf ve ihtiyar, duaya muhtaç kardeşiniz
AHMED İHSAN GENÇ