اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ
İskenderiye, 21 Temmuz 1999
Yüksek bir huzura arz-ı tâzimâtımdır.
İhlas ailesinin has Hulusi’si,
Ağabeylerin ağabeyi, büyüğü,
Aciz İhsan’ın yâr-ı canı ve Elaziz’in medar-ı iftiharı,
Kadim Harput beldesinin kafile-i Nur timsal-i münevveri,
İmam-ı Asrın sıddîkı,
“Kahraman ordu”nun şerefli bir kumandanı,
Tebşirât-ı Gavsî (r.a.) ile müceddidiyetin erkân-ı erbaasından birincisi,
Resâil-i Şeriflerin Üstad-ı A’zam’dan sonra ilk muhatabı,
Hazır ve müstakbel ervâh-ı fâdıla namına konuşturulan, onların suallerini Mu’cize-i Kur’âniyeye arz eden,
Ömrünün tamamını hâdim-i Kur’ân, mücahid-i din olarak geçiren şerefli zât...
Kerametli bir tanışma hatırası:
Gıyabî bilgi ve muhabbetimle sizi işitmiş olmakla beraber ancak hizmet-i kudsiyenin zâhir bir kerametiyle vicahen tanışmış oldum. 1954 yılı yazında Gaziantep İşçi Sigortaları Hastanesi’nde memur idim. Mesai sonrası çıkmıştım.
Eskisaray mevkiinde bulunan binanın kapısı önünde (ne tarafa ve nereye gideceğim kararsızlığı içinde) tevakkuf ederken karşıdan giden bir zâtı gördüm. Daha önce hiç görmediğim hâlde “İşte Hulusi Ağabey” demiştim.
İlk ve hemen aklıma siz geldiniz. Hemen koşup ellerinize sarıldım ve size refakat eden kimseye sordum: “Bu muhterem zât Hacı Hulusi Bey midir” deyince ikiniz de hayretle yüzüme bakarken siz “Fesübhanallah... Fesübhanallah...” deyip ellerimi avuçlarınız içinde tutup bırakmıyordunuz. Refakatçiniz de “Hem sahip çıkıyor, hem de Hulusi Bey mi diyorsunuz, bu nasıl iştir?” diyordu.
Siz muhterem ağabeyim elimden tutarak yolda ilerledik ve dost kardeşlerden birisinin dükkânına girip çay içtik. Sizi tanıtıp “Akşam beraber olacağız” teklifiyle emrivaki yaptım. Arzuma muvaffak olmuştum. Bir arkadaşın evinde akşam yemeğini yedik, sohbet edip ders yaptık, beraberce namazlar kıldık, on beş-yirmi kişi hazır oldular. Teşrifiniz bizleri çok memnun etmişti.
Tevafuklu bir karşılaşma:
Kaderî bir sevkle 1957 yılı sonunda bilâ-ihtiyar Elaziz SSK Şubesi’ne memur oldum. (Bilmiyorum ki bir cazibe merkezinin çekiminde mi idim?) Bir Eylül günü gidip otele yerleştim, hiç kimseyi tanımıyordum. Akşam olmadan muhiti tanımak için dışarı çıktım. Postahane meydanına doğru ilerlerken birden siz hatırıma geldiniz ve hemen karşıdan iki kişiyle birlikte geldiğinizi gördüm, sevinçle yanınıza koştum. Yine elimden tuttunuz, radyocu bir zâtın dükkânına girdik, çay içtik. Siz, “Hacı Abdullah, Hazret misafirimizdir... Akşam namazından sonra bize gelirsiniz, birlikte taam ederiz” emrini verdiniz.
Kat’iyen bu olanlar tesadüf değildi, vukuat-ı âdiye değildi. Her cihetle muhtaç olduğum, garipliğimi dağıtacak ilahî bir yardım, bir keramet idi.
1960 ihtilalinden altı-yedi ay sonrasına kadar üç yıldan fazla bir zaman her gün (çok az istisnası var) derslerde ve ikindi çaylarında beraberliğimiz daima güzel, istifadeli, feyizli, bereketliydi. Kerametler vardı, ikramlar vardı...
Allah (c.c.) biliyor ki huysuzluklar etmiş, sizi incitmiş olabilirim, fakat asla incinmedim. Ahlak-ı Muhammedî’den rayiha-yı tayyibeler kokladım.
Ehl-i ilim, ehl-i irfan mühim zâtlar arasında “Hazret” veya “Efendi” diye iltifatlarınız karşısında ezilir, çok mahcup olurdum. Derslerde bazen iphamlı konularda hâzirûna hitaben “İstifade edelim. Bunun için Hazret ne diyecek, dinleyelim” dediğiniz sıralarda kaçacak bir yer arardım.
Siz çok vefalı bir ağabey idiniz, âcizane size layık olamadım. Şimdi ise aramızda dünya var, belki dünyalar var. Cenab-ı Sultan-ı Enbiya Efendimiz başta olarak ashab-ı Nebi, Hz. Üstad, büyük ağabeyler gibi müstesna, sevgili, seçkin ruhlarla beraber olduğunuzu (inşaallah) umuyorum. Sizin vasıtanızla onlara salât-ü selâmımı arz ediyorum. Şefaatçimiz, medar-ı tesellimiz, sizlerle kavuşmamız yakındır.
“Eddâî”li ve 1379’lu hatıra:
1959 yılının son aylarında bir gün dairede (DSİ Bölge Müdürlüğü’nde vazife yaptığım sırada) mesai sonrası birkaç arkadaşla Risale okuyacağız. Tefe’ülen açtığımız kitaptan “Eddâî” karşımıza çıkıyor, okuyorum. Arkadaşların ricasıyla anladığım nispette izahlar yapıyorum. “Yıkılmış bir mezarım ki yığılmıştır içinde, Said’den yetmiş dokuz emvât...” ibaresini görünce birden 1379 Hicri senesinde olduğumuzu hatırlıyorum ve içimde “Eyvah, Üstad’ımız bununla göç tarihini haber veriyor” diye telaşlanıp kitabı kapatıyorum.
(Daha önceleri de Eddâî’yi okurken böyle düşüncelerim olmuştu.) Çünkü bu ifadeyi pek kat’î buldum, şifreli değildi. Önceleri bunu bir şifre, anahtar zannetmiştim, kararsız kalmıştım. Eddâî’ye göre Hz. Üstad’ın göçünden hemen sonra olacaklar pek hoş değildi, mühim musibetlerdi. Ancak ilerisi için çok ferahlatıcı büyük müjdeler vardı.
Asıl telaş sebebim ise (biraz nefsî hesapla) 1951 veya 1952 yılında uzaktan görmek dışında Üstad’ımı (dünya gözüyle) görüp görüşememektir. Muhtelif teşebbüslerimde (Sirkeci’de bulunan Akşehir Oteli’nin civarında ne kadar çok gezmiştim. Üstad’ımın orada olduğunu duymuştum. Ya girip çıkarken kendisini göreceğimi umuyor veya bir ziyaretçi gelirse peşine takılırım hesabını yapıyordum.) bir hikmete binaen muvaffak olamamıştım. “Ziyaretçiler”le ilgili lahika ve emsalleriyle, bazı tanıdık ağabeylerin ifadeleri, en çok da gördüğüm (kanaatimce) mühim rüyalarla teselli buluyordum.
Manevî hayatın tarihî seyrine göre böyle zâtlar ziyaret edilerek, teveccühlerinden istifade etmek lazım gelirdi. Merciiyet makamında bulunmalarının iktizası böyledir. Halbuki hizmet-i Nuriyeyi anlatmaya çalışanlar, Sebilürreşad mecmularında yazılanlar bunlardan farklı idi. Üstad açık açık “Nurlarla görüşünüz!” buyurmaktaydı. Ziyaret için gidenlerin çoğu görüşmeden geri dönmesi cesaret kırıcı idi. 1957 yılındaki teşebbüsümde Isparta’ya doğrudan vasıta bulamamış, Konya’ya varmıştım. Dershanede misafir edildim, Konyalı kahraman ağabey ve kardeşlerle görüştüm. On beş gün kadar kaldığım halde hem Üstad Hazretlerinin rahatsızlığı hem hafiyelerin tacizlerini ileri süren Hasan Atıf Ağabey gibi değerli dostların ikazıyla Isparta’ya gitmedim, Gaziantep’e döndüm.
1379 Hicri yılının içinde bulunmak, çoluk çocuk sahibi ve memur bir insan olarak (Çok kayıtlarım vardı, hem de istihbarat tarafından sıkı takip ediliyordum. Onlarla adeta kovalamaca oynuyordum.) Üstad’ıma nasıl gidecektim? Gidebilsem de ne yapacaktım? Nasıl zavallı bir insan olduğumu, onun keskin nazarlarına sergilemek istemezdim. Bir de cesaret edip sorularımı sorabilir miydim? Mesela “Eddâî” anladıklarımızdan farklı olarak ne ifade ediyordu?
Dairede (DSİ) Salahaddin (mübarek ve fedakâr) kardeşimle birlikte çıktık, çok zaman olduğu gibi saadethaneniz ve dershaneniz, bizlerin de her gün katıldığımız dershane olan mübarek evin yolunu tuttuk. Bizi beşaşetle, iltifatlarla karşıladınız. Mahdum-u âlinize seslenerek “Necmeddin, Hazret teşrif etmiş. Efendilerle bir çay içelim” buyurdunuz.
Güzel bir musahabe içinde Salahaddin kardeş zihnini kurcalayan konuyu açtı. “Efendim, Ahmed İhsan Bey, Üstad’ımızın ziyaretinin zaruri olmadığını söylüyorlar, ne buyurursunuz?” demesiyle bana hitaben “Efendi, ziyaret meselesi Nurlarda, Lahikalarda güzelce anlatılmış, umum için nasıl olacağı dersi var. Ancak sizin için durum aynı değildir. Sizin ziyaretiniz lazımdır. Siz herhangi bir kimse değilsiniz” dediği zaman sanki başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Anlayışsızlığıma hayıflanıp utandım. Daha önce sizinle bunun için istişare etmediğime de nâdim oldum. Artık sadece “Aciz Üstad’ımın ’Şeb-i Arus’una iştirak eder, tabutuna yapışırım” demeyecektim, kararlı idim, ilk fırsatta ziyaretine varacaktım. Yıllık iznimi talep edebilirdim. DSİ’den istifaen ayrılmam da mümkündü...
Yıllık iznimi isteyince iki üç ay sonra (Ramazan’a müsadif) kullanabileceğimi söylediler, izin listeleri tanzim edilip Ankara’ya gönderilmiş. Ramazan’la tevafuku hoşuma gittiği için sabretmeye, günümü beklemeye başladım. Artık mübarek bir mevsimde Üstad’ımı görebilecektim, rahatlamıştım, çünkü kararımı vermiştim.
Muhterem, muazzez ağabeyim,
Teferruatıyla sizi sıkmak istemem. Malum-u âlinizdir ki Urfa’da Üstadımız’ın manevî riyasetinde buluştuk. Hem namazını kılmak, hem tabutundan tutmak, hem defin sırasında, türbe içinde mahdut kimselerle, sizinle omuz omuza mezar başında bulunmak nasip oldu ki Rabbimizin büyük bir nimetidir diye hamd ederim.
Zaten hayatımda bu çapta ihtişamlı ve huzurlu bir düğün görmemiştim. Başlarımız üstünde sanki melekler uçuşuyorlardı. Bütün Urfa her taraftan gelen misafirlerle cenaze merasimine katılmıştı. Bu aralarda pek çok harikuladelikler, kerametli tevafuklar oldu ki ancak listesi verilebilir.
Üstad Hazretlerinin mübarek cesetlerinin alınması, müşterek hatıramız ve amel ettiğimiz bir rüya:
Muazzez ağabey,
Medeniyetlerde (hem medeniyet adına) öyle cinayetler işleniyor ki bundan hem bedeviyet hem vahşette olanlar utanıyor. (Pek çok gizli ve açık hikmetleri cihetini şimdilik nazara almayalım.) Üstadımız’ın muhterem cesetlerinin nakli hadisesi kim yaparsa yapsın, kararını her kim verdiyse bir cinayet-i azimedir. Tamam insanlığa ve bütün hukuklara karşı işlenmiş bir suçtur. Belki tek kelimeyle nebbaşlıktır. Mesullerini Allah’a (c.c.) havale ediyoruz.
Bir gece rüya içinde Üstad Hazretleri’nin tabutunu sedye gibi taşıyan kimseler var. Elimde bir bohça üstünde bir sarık (sarılı vaziyette) taşıyorum (bunlar Üstad’ın imiş), tabutun çok yakınında ilerliyorum. Cemaatle beraber renk renk farklı milletlerin de bizimle beraber yürüdüğünü görüyorum. Sanki bu insanlar bütün yeryüzünü kaplamış gibi, binlerce binlerce... Çöl gibi bir sahadayız. Üstadımız’ı Hicaz’a götürüyormuşuz. Mütehayyir bir vaziyetteyim. Mahzun muyum, sevinçli miyim tam belli değil.
Tabir işinden biraz anladığım için kendi kendime çok mühim bir hadisenin işaretine ve gerçekte de her kemalin güzelliğine sahip Üstadım’ın medfeninin Hicaz’da bulunmasının ne kadar münasip olacağını, “yıkılmış bir mezarım ki” ibaresini hatırlıyorum. Bir bohçanın, dünyasının hacmini gösterdiğini (arzu-yu Üstad’ın bununla tezahür ettiğini) sarığın ise bembeyaz rengiyle dâvâsını, imametini temsil ettiğini, o dâvâya hem her zaman sahip olmak, hem de yüksekte tutmak lüzumunu hissediyorum. Doğrusunu Allah (c.c.) bilir. Bütün insanlığın gelecekte Üstad’ı tanıyıp benimseyeceklerini de nazara aldım. Tabutun sedye gibi taşınmasından da rahatsız olmuştum.
Bu rüyayı (o zaman Elaziz’de idim) üç gün fasılasız görünce hemen size koştum ve yukarıda yazıldığı gibi anlattım. Rüyayı dinleyince biraz yüzünüzün rengi değişti. Buruk bir hâle girdiniz. Şu ifadelerle karşıladınız: “Hayırdır inşaallah, tebrik ederim. Ancak Müslümanlar cenazeyi böyle taşımaz, o Yahudilerin usulüdür” deyip biraz durduktan sonra “Hazret, siz Urfa’ya mı gidelim diyorsunuz?” der demez “Emredersiniz, olabilir” demiştim. Bundan bir gün sonra trenle üç-dört kişinin de refakatiyle Diyarbakır’a vardık. Orada çok yaşlı, nurlu, feyizli bir zâtın (kadim dostlarınızdan imiş) evinde bir gece misafir kaldık. Sabahleyin otobüsle Urfa’ya müteveccihen yola çıktık. Jandarmalar tarafından vasıtamızda ciddi bir arama yapıldı, siz dâhil kimliklerimizi sorup nüfus cüzdanlarımızı incelediler. Urfa’ya girerken muhasara edilmiş gibi askerî kamyonlar ve askerlerle şehrin etrafının sarıldığını, vasıtaların kontrolden sonra içeri girdiğini görünce (yolda haberleri dinlememiştik) ilk aklımıza gelen yeniden bir ihtilal yapılmış olmasıydı.
Saat 09.00 veya 10.00 olabilir, caddelerde silahlı askerler, devriyeler dolaşıyordu. Bir esnaf oteline yerleştik (dostlara, tanınmış şahıslara uğramak zararlı olabilirdi), tedbir olarak böyle düşünmüştük. Hemen ilk fırsatta bilgi almıştık. Bizim Diyarbakır’da kaldığımız gece Üstad Hazretleri’nin mübarek cesetleri kurşunlu bir sandığa alınarak uçakla ihtilalin yüksek rütbelileri tarafından bir meçhule götürülmüştü. Hatta merhum âlim ağabeyimizi Abdülmecid Efendi’yi de beraber getirdikleri hâlde gözlerini (defin yerini bilmesin diye) bağladıklarını kendisinden dinlemiştim. Sonradan Diyarbakır hava üssünde, alan ve pist görevlisi olan bir subay kardeş, uçak değiştirirken ilgili subayların kurşun sandukayı omuzlarında değil, sedye gibi taşıdıklarını görgünün şahidi olarak bana anlatmıştı. Cesedin kaldırıldığı geceden önce de şehir askerlerle doldurulmuş ve o sıralar daha ziyade türbede kalan, Anadolu’nun her tarafından gelen kesif ziyaretçilerle de ilgilenen zannederim on bir kardeş ağabeyleri de nezarete almışlar. Hadise ile rüya tam tevafuk gösterdi. Urfa dönüşü Gaziantep’i yeniden şereflendirdiniz ve misafirimiz oldunuz. İnşaallah bizler de siz büyüklerimizin cennette misafiriniz oluruz.
Sevgili, muazzez ağabeyim,
Hatır-ı âlilerinizi sormak için yazdığım mektup, bir hatıralar mecmuasına dönüşmeye başladı, uzadıkça uzadı. Bu sebepten fazla taciz ederim korkusuyla kısa kesmek istiyorum. İnşaallah başka bir mektupta diğer hatıralarımı da yazmaya çalışacağım ki onların her biri sizinle ziynetlidir. Kusurlarıma müsamahanızı rica ederim. Rabb’im cennetinizi genişletsin. Bizleri Havz-ı Kevser’de buluştursun. Sizin âciz şahsıma gönderdiğiniz mektuplarınızda “Muhibb-i Muhlisiniz” diye imza atardınız, müsaadenizle aynı imzayı kullanayım.
Muhibb-i muhlisiniz
AHMED İHSAN GENÇ