اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ
Kadıköy, 8 Temmuz 1999
Bazen şuurun taalluku ile kısmen de bilâ-ihtiyar ruhî beraberliğimiz olan ve ebeden de böyle olmasını, kalmasını candan arzuladığım kardeşim,
Bugün zevkli ve lezzetli ve müjdeli eski bir rüyamı hatırladım ki onun tabirini hayatımın mektubunda, hatta en ince çizgilerine kadar görüyorum diyebilirim. Rabb’imin büyük ihsanı sûretinde ruhuma aksettirdiklerinden ne kadar minnettarım, müteşekkirim, hamd ediyorum, tahminlerin fevkindedir. Elli üç yıldır unutamadığım o rüya içinde daima ebedî arzularımı gerçekleşir buldum, ümidimin çiçeklerini görüp kokladım. Rüya ile amel edilmemek meselesi varken bu mezkûr rüya ile rüyada gibiyim. Onun hayatımı doldurduğunu, hizmetimde temin ettiği irşat ve intibahı sünnetten bir ışık gibi hissediyorum. Sen dost ve vefalı kardeşten gizlemiyorum; kalben hissedarlığını hissediyorum. Riyalı fahirlerden sakınmakla beraber, Rahîm Rabbime her an minnettarlığımın yol ve kapılarından birisi, mühim bir vesilesi bu rüya olmuştur. Halen de o rüyadan istifadem devam ediyor, belki edecek.
Değerli kardeşim, rüyayı kısaca anlatayım. Rabbim hayırlı sûrette zâhir olmasını ve tahakkukunu nasip buyursun:
Gaziantep’teyim, meşhur mesirelik “Kavaklık” içinde muntazam asfalt bir yolda yürümekteyim. Vakar içinde, dimdik, tek başıma ilerlemekteyim. Gecenin yarısını geçirmişim. Güzel bir bahar havası var. Etrafımda yolun iki tarafında, yola hafif meyletmiş söğüt ağaçları sıralanıyor. Göğsümün bütünü bir arşın çapında bir ışıldak gibi projektör şeklinde, ileri doğru (kuvvetli, gözleri kamaştıran) ışıklar yaymakta... O ışıklardan ışıklanan bütün ağaçlar yanlarından geçerken rükû eder gibi eğilerek (her birini bir insana benzettim) karşılıklı muntazam bir kemer teşkil ediyorlar. Göğsümden fışkıran bu ışıklar daha ziyade onların gövdelerinde, adeta göğüslerinde parlıyor. Bu minval üzere yoldayım, ilerliyorum.
Değerli kardeşim,
Sonra ne oldu biliyor musunuz? O rüya kendim için iman ve Kur’ân yollarında yapacağım, yapmak istediğim, çoğu muhtaç, çöllerde susuz kalmış yolculara benzeyen, tamamen bozulmamış, kısmen de istidatlı gördüğüm kimseleri, gençleri hedefleyen hizmet düşüncelerimin bir haritası, bir resmi haline geldi, bunu bir program gibi uyguladım. Bilir bilmez, doğru veya yanlış, gençleri ve başkalarını toplamaya çalıştım. Kendi anlayışımla bu insanları uyarmaya çalışıyordum. İman aşısı yapıyordum. (Kusur etmişsem Allah affetsin.) Bunun da en asgarî kârı her zaman bu yollarda koşuşturmak, iman, Kur’ân hizmetinde sebat etmek, sıkıntılarına aldırmamak oldu...
Düşünürken bunlarla (imanla, Kur’ân’la) düşünmek, konuşurken bunlarla ilgili konuşmak, yaparken bunları yapmak benim hayatım haline geldi. Rabbime yüz milyonlarca şükürler ederim. Nefsimin huysuzluklarına, verdiği rahatsızlıklarına bakıyorum da Allah (c.c.) bir rüya ile olsun insana ne güzel istikamet verdiğini, nasıl terbiye ettiğini, inayetiyle himaye buyurduğunu müşahede ediyorum.
Muhterem kardeşim,
Bizim nesil, Üstad’ımız Hazretleri'nin (r.a.) kudsî iman dâvâsının bayrağını açtığı, tarzını gösterdiği, i’la-yı kelimetullah olan azîm vazifenin hem zamanî olan metodolojisini, hem mesnum olan usûl-ü aslîsini ortaya koyuncaya kadar sahipsiz yetimler ve öksüzler gibi idik... Bizlere acıyarak “gel” diyecek, elimizden tutacak, yüzümüze tebessüm edecek, halimiz nicedir soracak, içimizi ısıtacak insanlar beklerdik. Memleketimizde, komşu illerde ve kazalarda, bütün Anadolu’da durum aynı idi. İman noktasında ilim bakımından mübalağasız zavallı bir haldeydik. Daha sonra her muhitte perakende, kendi kendine bir şeyler yapmaya çalışan, mütehayyir yalnızlığa itilmiş insanlar çırpınıp duruyorlardı...
Senin bu kardeşin de onlardan birisi idi. Gerçekten yalnızdım, gariptim, için için ağlardım. Sorularım, öğrenmek istediklerim, meraklarım içimde düğümlenir kalırdı. Açıkça söylersem zülf-ü yâre dokunacak. Bizim için, İslâm’ı öğrenmemiz için ne hocalar hocalığını yapıyor, ne şeyhler şeyhlik ediyordu... Anlattığım kadarıyla büyük mikyasta evham, korku hakimdi... Şairâne bir ifadeyle, “Korku kol gezer yollarda, kuşlar uyumuş dallarda” diyerek mecnunlaşmış bir halde geziyordum…
Daha sonraki yıllarda benim o zamanki hallerimi hikâye edenlerden (utanç hisleri içinde, pişmanlıkla itiraf ederek anlatanlardan) dinledim. “Hocazadem, biz ağabeyimle senin işine şaşırırdık. Din için heyecanla anlattıkları dinlermiş gibi görünerek ‘hı hı’ der ve sen gidince arkandan ağzımızı eğer, güler, istihza ederdik. Şimdi o günlerde ne halt ettiğimizi anlıyorum. Sen bizi affet. Çok hata etmişiz. Öyle bir zamanda bütün gücünüzle bizim gibi gafil insanlara bir şeyler anlatmaya çalıştığınız halde yardımcı olmak, teşekkür etmek şöyle dursun hep gıybetini yaptık, durduk. Asıl yapılacak iş sizin tavsiye ettiğiniz iş, gidilecek yol sizin gittiğiniz yol imiş; bilemedik, anlayamadık. Allah (c.c.) sizden ve bütün hizmet edenlerden razı olsun.”
Kardeşim,
Bir bahçıvan, mevsimi geçmeden dikmeye çalıştığı fidan için gerekirse toprağı tırnaklarıyla kazar, fidanın susuz kalmaması için ter döker. Gözyaşı döker. Semaya ellerini kaldırır, yalvarır, dua eder ve ilahî rahmetin nüzulünü bekler. Sırasıyla fidanın yeşermesi, tomurcuklanması, açılıp çiçeklenmesi ve nihayet meyvelerin dalları doldurması o bağ-ı ban için ayrı ayrı sevinçlerdir, bahtiyarlıktır, bayramlardır.
Kardeşim,
Her neslin (imtihan sırrıyla) kışı ve baharı ayrı olabilir. Bizim neslimizin şimdi her şeye rağmen baharını idrak ettiği söylenebilir. Benim için ağaçlar dolusu bereketli ve olgun meyveler var, zenginlikler var... Siz nasıl düşünürseniz düşünün bu rüya yaşanıyor.
Allah’ın (c.c.) rıza ve rıdvanına eresiniz.
Muhtac-ı rahmet kardeşiniz
AHMED İHSAN GENÇ
Not: Bütün samimiyetime rağmen rüyadan anladığım bir kitaplık tabirlerini cesaret edip yazamadım. Açıkça nefsimin kabarmasından, şımarmasından korktum... Bana has olan taraflarının ağırlığından daha çok ürktüm.