بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَنَسْأَلُهُ اِحْسَانَهُ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ
Kadıköy, 6 Eylül 1999
Muhterem kardeşim,
Pek çok yaygın bir kanaate göre yirmi gün öncesi vuku bulan Marmara Zelzelesi, hareket-i arz, asrımızın en büyük, en tahribatlı musibeti olarak düşünülüyor. Maddî cihetinde tamamen, manevî yönünden ise kısmen böyledir, doğrudur. İlahî saltanatın namütenahî cilvesinden bir görüntüdür ki bizler de şahit olduk. Sebeb-i adisinde mazlumlar, zalimler, mükelleflerin birer çeşit iştirakleri olabilir.
Ancak hak ve gerçek olarak anasıra hareket emrini veren Hz. Allah (c.c.), kudretinden minimum izharlar yapıyor. “Azamet-i kibriyâmdan gafil olmayınız!” işaretini veriyor ki hiç şüphe etmiyoruz. Boynumuzu bükerek وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ diyoruz. Hem münacatımızda اَللّٰهُمَّ احْفَظْنَا يَا خَيْرَ الْحَافِظٖينَ ve musibetten uzak olup, matluba nail olmak için لَا حَوْلَ عَنِ الْمَصَٓائِبِ وَلَا قُوَّةَ اِلَى الْمَطَالِبِ diyerek el açıyoruz.
Muhterem kardeşim,
Böyle musibetler tam vuku bulurken insanların ne yapacaklarını bilmez bir halde dehşet ve şaşkınlıkları üzerinde kaçıştıklarını gördük. Şunu anladım ki davranış ve fiillerimizde iman ve imana dayalı marifetlerden akisler var. Hevl ve korkularda mihrak gibi bazı mühim zâtlar, sair insanların, avamın tavırlarından sakınmaları, belki hemen en büyük bir tedbir olarak Rabb-i Müteal’e, Kadîr-i Zülcelâl’e dehalet edip ümmet için, belki insanlar için, mahlûkat için merhamet dilenmeleri lazım gelir. Onlara yakışan budur... Telaşın ise hiçbir faydası yoktur. Meşiyyetin zuhurunda, emrin icrasında herhangi bir şekilde bizi kuşatan ve bize hâkim olan dehşetli musibetlerde ilahî tasarruf cereyan ediyor. Beşerî tedbirlerle böyle (ani ve def’i) tecellilerin önünde durulamaz. Ancak her insanın kendi seviyesince “tedbir” adı altında bir nevi ibadeti olacaktır. Nefsinden, belki cehlinden icraat-ı ilahiyeye karşı bir itiraz ve isyana meyletmek divanece bir körlüktür.
Muhterem kardeşim,
Bugünlerde zelzele musibeti sebebiyle bir kısım şayialar ortada dolaşıyorlar. Şöyle ki: Ayın bilmem kaçında, haftanın filan gününde, yeniden, belki daha güçlü bir zelzele olacağı ve tedbir olarak İstanbul gibi merkezlerden kaçılması gerektiği şeklinde korku ve evhamı arttırıcı söylentiler… Güya bir kısım maneviyatlı, keşif ve keramet sahibi zâtlar böyle görmüşlermiş. Şayialarda bazı muhterem kimselerin isimleri de veriliyor. Gaybî emirlerin zuhurundan evvel bir kısım salih kimselerce menamen veya yakazaten, onların bildiği şekilde işaret alınması, keşiflerde bulunulması hallerinde o gibi muhteremlerin kendi yorum ve tevilleriyle müşahedelerini etrafa yaymaları zannımca uygun düşmüyor. Onların da böyle yaptığına ihtimal vermiyorum. Müşahedeleri, rü’yetleri sahih olabilir. Müşahedelerden sonra bir kâid, bir mihrak, bir kutup gibi istiğfara başlanır. Mümessiliyetle bu musibetler Allah’a yalvarmaya vesile bilinir. Gelen musibetin haberi ise hıfz-ı ilahîye sığınılarak ağlamak, hem umum namına ağlamak vaktinin zuhur ve ilannamesidir. Rüesanın da sırlarından hiç haberdar olmadığı musibet-i âmmeden (tevakki ve teyakkuz için) inzarî emirler sûretinde haber verilebilir. Mukayyed ifadelerden sakınılır. Hem de cemaat-i insaniyenin akıl ve kalpleri gibi olan o müstesna zâtlar herkesten ziyade kendi masiyetlerinin de musibetlerin davetçisi olduğunu düşüneceklerdir. Herkesten daha çok secdelere kapanıp yalvaracaklardır.
Muhterem kardeşim,
Çok değerli bir kardeşime izah etmek için söylediğim gibi, üzerinde Allah’ın mahlûkundan yüz binler envalarla beraber insîlerden milyarlar yolcularını heyecanlı ve şevkli bir binek, bir at gibi, belki hava denizinde yüzen bir gemi, bir tayyare gibi taşıyan küremizin gerçekte tezelzülsüz, sarsıntısız, hareketsiz olmasına hayret etmek lazım. O büyük bir vazifede vazifedar olarak her an yüzlerce kere titreşiyor. Kendine has bir nevi ibadet yapıyor. Tavaf halindeki mübarek hacıların “hervele”si gibi, teveccüh-ü ilahîden şevke gelip raks ediyor. Bizim, âciz insanlar olarak arzımızın titreyişlerini her an hissetmeyişimiz Allah’ın rahmetiyle yardımıyla oluyor. Arzımızın pek yüksek sada ile Melek-i Ra’d gibi tesbih ve tekbirlerini her an işitseydik halimiz nice olurdu, nereye kaçacaktık. Şimdi hakikat-ı kudsiye-i İslâmiyeden emirleri işitmeyen sağır kulaklar o zaman ne yapacaklardı? Kim nereye kaçabilir? Nitekim “Zilzâl” Suresi’nde haber verildiği gibi o zelzele, en korkunç, en haşmetli bir sûrette nihaî bir hadise olarak kaderî bir hükümle, ecel-i mev’ûdunda zuhura gelecektir.
Muhterem kardeşim,
Muhammedî (a.s.m.) bir terbiye iktizasıdır ki arzî, semavî musibetlerin zuhurunda (kimler içinde bulunursa bulunsun) belki hiçbir musibete karşı sevinilmez. O’ndan arzın titreyişi gibi titremek en akıllıcasıdır. Celâlli bir sille-i tedipten hangimiz müstağniyiz. Muafiyetimizi haber veren senedimiz mi var? Kur’ân-ı Azîm’in inzarında hem muhatap hem hissedar değil miyiz? Allah (c.c.) bizlere rahmetiyle, merhametiyle muamele buyursun. Mukaddes ve münezzeh sıfatları hürmetine, Efendimiz hürmetine bağışlasın. Hem Habîr olan Rabbimiz biliyor ki O’na iman ediyoruz, şüphe etmiyoruz, ancak günahsız da değiliz.
يَا غَافِرَ الْمُذْنِبٖينَ
Selâm ve dualar…
Âciz kardeşiniz
AHMED İHSAN GENÇ
Not: Bilmeliyiz ki bütün musibetlerin en büyük ve korkulacak olanı manevî musibetlerdir, dinî musibetlerdir. Maalesef asrımız bu neviden musibetlerin en ağırlarıyla musibetzededir. Hem bunlar arzî, ekvanî musibetler gibi görünmüyor, fark edilmiyor, gaflet ediliyor.