اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ
Kadıköy, 2 Haziran 1999
Muhterem kardeşim,
İnsanların yüz yüze konuşamadıkları çok konular vardır, muvacehelerde unutulanlar oluyor, hissî baskılar var. Hem de yazılı ifadelerle sözlü ifadeler çok farklar gösteriyor. Yerine göre biri diğerinden daha güzel, daha hakikattar olabiliyor. Hâsılı maksadımızı, anlatmak istediğimizi tam aksettirebilme hiç de kolay değil. Her zaman mükemmel ifade-i meram edebilmek herkese müyesser olmadığı gibi güçlü insanların da hâlet-i ruhiyelerindeki değişiklikler sebebiyle bir günü diğer bir günden çok fark gösterebiliyor. Bir de öğrenilen ve düşünülen faydalı bilgilerin yazı ile kayıt altına alınması sünnettendir. Bu ise zamanın ve nisyanların hafıza kayıtlarını silmesine karşı çok şahane bir tahkim tarzıdır.
Zaten sünnetlerden herhangi birisinde bütün hayatı kuşatan nice ziynetli hikmetler vardır ki Rabb’imizden mucibince amele muvaffak olmayı umuyoruz. Ancak bir husus var ki yazılı veya sözlü ifadelerde mübalağadan, gayr-ı nezih laflardan, cerbezeden, bilmediğimiz şeyleri bilir gibi anlatmaktan, mütefelsif havalara girmekten, tefahürden, elbette dinen yasaklanmış olan konuşmalardan sakınmalıyız.
Nutk-u belagatin tahtında oturan, tacını giyen Efendimiz Hazretlerine riayet etmeliyiz. O ne güzel hatip idiler, ne berrak konuşuyorlardı... Hikmetlerin efendiliğini susmakta görüyorlardı. İsrafsız kelamlarıyla her cümleleri ne kadar veciz idi, müessir idi, makes bulurdu, uyuşmuş dimağları uyarır, kalplere, ruhlara yerleşirdi.
Kalemle yazıyı öğreten Rabb’ime yalvarıyorum ki sizin de (değerli ve vefalı bir musahip, bir ders arkadaşı, bir kardeş olarak) arzu buyurduğunuz gibi bazı bilgilerimizi, düşündüklerimizi mektupla yazmak (inşaallah dualarınızla muvaffak oluruz), hem derslerimizden anladıklarımızı hem muhasebelerimizi tekrar etmiş olmak isabetli olacak. Yazmak hususundaki ihmallerimden hiçbir menfaat olmadığı gibi ilerleyen yaşım ve yıpranan dimağ sebebinden çok kayıplarımı hafıza kütüphanemde bulamadığımı itiraf ederim.
Her şey zamanında yapılmalı. İlkaât-ı kalbiyeden pek sönük ve küçük olanların da Cemîl-i Zülcemâl’den, O’nun güzel isimlerinden akseden nurlar, parıltılar olduğuna göre üzerinde durmamak, ehemmiyet vermemek gibi (bence) büyük yanlışlıklar yapıyoruz, hata ediyoruz. Diyebilirim ki merkez istasyonlarından yapılan yayınlardan alıcıları, ekranları kapalı olanların hiç haberi olmuyor.
Siz de farkındasınız ki çoklarımızın âfâka dalmaktan derûnumuza hiç dönüp bakmadığımız, içimizde neler oluyor, vesveselerden vehimlerden ne kadar birikmiş kirler var, ne tahavvüller meydana geliyor dikkat etmediğimiz gibi meyveli ve ebedi cennet ağaçları olabilecek tohumları çürüttüğümüz (maalesef) ebediyetimizi ihya edecek ne kıymetli cevherler kaçırdığımız malum...
Hayat-ı maneviyemizin en büyük merkezleri olan ruhun işletilmesi, kalbin söyletilmesi ne zaman olacak, nasıl olacak? Bunun için bir işletme müdürü mü arayacağız, bir usta mı bulacağız, dışarıdan bir el mi bunu yapacak, hangimiz biliyoruz? Ne kadar biliyoruz? Az da olsa bilgilerinizden veya başka bilenlerden faydalanmak, öğrenmek isterim.
Hâl böyle iken Risalelerde bâkir, güzel hakikatler sûretinde kazanç yolları istifadeye âmâde bulunuyorlar. İnhisar altında olmadığı halde o Nurlardan yakınında bulunanlar, muhtaç olanlar müstağni kalıyorlar. Size naklettiğim periyotlu toplantılarımızdan görüyorum ki insanlar ekmek gibi, su gibi, hava gibi, hayat gibi muhtaç oldukları şeylere ellerini uzatınca yakalayacakları, sahip olacakları hayırlara müstağni kalmak şöyle dursun ekserî zamanlarda hiç de görmüyorlar.
Mesela muhakkıkîn-i asfiyanın hülasâtü’l-hülâsa derslerinin en cami’ sûretini de aksettiren nurlara, tahkikî imana götüren bu şâri’-i kebire, en büyük caddeye en az benim kadar muhtaç tarikat, yol ve meslek sahibi kardeşler var ki Nurlar dersinden istifadeye çalışsa tarikatını elinden kaçıracakmış gibi telaş ediyor... Bunda istihdam manası gibi çok mahfî ibretler, belki henüz inkişaf etmemiş hikmetler bulunduğuna şüphe yok. Hatırlarsınız kalbi henüz açılmaya başlamış bir veli zât kendini Mehdi zannediyormuş ki sineğin kendini kartal görmesi kadar aciptir. Üstad’ımız Hazretleri ikaz buyurmuşlar, inşaallah intibaha gelmiştir. Her neyse büyüklerin işine karışmayalım. Haddimizi bilelim.
Gafletin öyle derin derelerine, öyle karanlık dehlizlerine dalmışız ki asrın en harika, zuhuru sebebiyle her şeyde (ya şiddetli bir imtihan veya keramet-i rahmânî şeklinde) parlayan Nurlara karşı kendi elimizle gözlerimizi bağlıyoruz. Sanki Nurlardan zarar görecekmişiz gibi telaş edenlerimiz var. Gübreyi kokuşturan güneş değildir, belki onun içindeki hastalık, kokuşmuşluktur. Bilakis güneşin ışıkları ve sıcağıdır ki onu arındırıyor.
Velayetin kitap-sünnet içindeki hakikatini, kümmelîn nazarındaki sırlarını, ulemaya göre olan tariflerini bilmeyen pek çok kimseler (sırf zanna dayalı olarak) bazı kimselerin peşine düşüyorlar, yalnız onların medet ve himmetleriyle bir şeyler elde edeceklerini, bir yere varacaklarını, bir kemal bulacaklarını hatta veli olacaklarını umuyorlar. Hâlbuki kemal-i imanı elde etmek hem dünya hem ebediyet için en büyük saadet olduğu hiç düşünülmüyor... İmandan ve Kur’ân’dan akseden nurlara bakılmıyor. Kuleönlü kahraman ağabeylerin açık beyanları ve davetleri işitilmiyor. Ahmet Feyzi Ağabey gibi kahramanlar kahramanı bir muazzez zâtın “Mâidetü’l-Kur’ân” diye isimlendirdiği kitabı açılmakla cennet sofralarının nimetlerinden istifade yolları görüneceği bilinmiyor.
Kardeşim illâ da keramet sahibi mi olacaksın, istikametli olmayı, istikametli kalmayı az mı görüyorsun. İşte keramet; hem de aldatmayan, yanıltmayan keramet...
Bu özellikli, güzellikli hallerin içinde kaldıkça çıkamayacak kadar derinleşip daldığımız oluyor. Rabb’imizin ihsanıyla hakiki âlemde, hakikatine nailiyet dileklerimle mektubumu bağlıyorum.
Allah’a (c.c.) emanet olunuz.
Kardeşiniz
AHMED İHSAN GENÇ