Çekmeköy-Taşdelen, 20 Haziran 2019
Tarih 90’lı yılların ortasını geçmişti. Ankara’ya yolumuz uğradı. İskenderpaşa cemaatine mensup eski bir ağabeyi evinde ziyaret ettik. Ahmet İhsan Ağabey’imizin ismi anıldı, kendisinin de tanıdığını söyleyerek bazı iltifatlarda bulundu ve mektup yazdığından bahisle “Ooo maşaallah demek ‘Mektûbât’ neşrine başladı, maşaallah, maşaallah” demişti. O zaman “Mektûbât” deyince aklıma İmam-ı Rabbânî’nin (r.a.) eserinden başka dikkatimi çeken bir bilgi gelmiyordu. Ama farklı bir literatürü olduğunun düşüncesi fazla gecikmeden beni meşgul etti. Üstadımız Bediüzzaman (r.a.) Hazretlerinin “birinci talebem” dediği ve Risale-i Nur’un zuhurunda çok mühim bir yer ihraz ve ihzar eden Hulusi Yahyagil Ağabey’imize “Alamet-i firak olan mektuplaşmak âdetim değil fakat sen yaz kardeşim!” dediği gibi ilerleyen zamanlarda Risale-i Nur bu mektuplaşmaların filizleriyle vücut bulacak hatta bir dalı “Mektûbât” olacaktı. Üstad, Hulusi Ağabey’e bir ihtarda daha bulunuyordu. Belki bir uyarı ve işaret veriyordu: “Kardaşım, ben şeyh değilim, ben imamım, ben imamım; hani İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazâlî gibi.”
Buradan yola çıkarak Risalelerin zuhur başlangıcı ve vesilesi mektuplardır diyebiliriz. Re’fet Ağabeylerin, Hafız Ali Ağabeylerin, Bedreli Sabri Ağabeylerin, Sıddık Süleyman Ağabeylerin, Hüsrev Ağabeylerin yazılı ve sözlü sorularının Üstad tarafından mukabelesiyle, mektuplaşmalarla mühim bir varidat ortaya çıktı. Hatta geniş bir dairede bu yaygınlaştı, elden ele çoğalarak büyüdü. Gönüller öyle dolup taştı, mektuplar öyle bir hal aldı ki cilt cilt Lahika eserleri ortaya çıktı.
Hem yazılı, hem sözlü, hem vicahi öyle bir ilgi ve akış Nur dairesinde tezahür etti ki bir külliyet kesbetti ve ortaya bir “Külliyat” çıkardı. Ve bazı mektuplar Risale-i Nur’un çok kıymetli parçalarını, bahislerini teşkil etti…
Bugün bile Lahika mektuplarını okurken ismi geçen her muhterem şahsın duyguları, düşünceleri, duruşu ile bir iletişim kurarak onları yâd ediyor, şad ediyoruz ve ihtisaslarından ders alıyoruz… Hatta Hulusi Ağabey’in bazı mektuplarını okurken “Maşaallah, barekallah, bravo, helal olsun!” gibi gayr-i ihtiyarı tepkiler verdiğimi, coşkumu ve yakınlığımı gizleyemediğimi hatırlıyorum…
Onların yazdığı veya yazdırdığı mektuplar zamanımıza kadar geldi, elimize ulaştı. Hatta İmam-ı Rabbânî ve daha önce yaşamış nicelerinin mektupları yerini buldu, belki halen muhataplarını bekleyen mektuplar var. Hazreti Ali (r.a.) Efendimizin, Gavs-ı Azam (r.a.) Hazretlerinin, İmam-ı Rabbânî (r.a.) Hazretlerinin muhataplarını bulmuş veya bekleyen mesajları ve mektupları gibi, Ahmet Ağabey’imiz de uzun zamanlar öncesinden neşrettiği, ümmete bir nasihat olarak mana okyanusuna bırakmış, muhataplarına ulaşması için bazı mektuplar yazmış. Son mektupları ise ya bir kardeşimizin şahsında veya mücerret bir kardeş muhatabiyetinde, bazen de direkt kişinin zatında bütün sevenlerine, yakınlarına ve uzak yakın çevresine miras bırakacağı bir hazine haline getirmiştir. Yüzlerce mektup okumayı ve muhatap olmayı bekliyor…
Her ne kadar biz şifahî muhataplığımızı, kitabî muhataplığımızla tamamlayamamış olsak da bu eksikliğimizi ağabeyimizin bizim çocukluğumuza vermesini istirham ederiz. Zira neredeyse çocuk yaşta hem bize hoca, hem ağabey, hem kardeş, hem baba, hem belki anne olarak öyle emekleri geçmiş ki şımarıklığımızdan, haylaz ve haşarılığımızdan belki çoğu kez kendisini pişman etmiş olabiliriz. Öyle hatıralar hatırlıyorum ki sıkılgan, havai ve saf çocukluğumuzu, dik kafalı, asi delikanlılığımızı, ev bark sahibi olmuş, sorumlu olgunluğumuzu hep biz Ahmet Ağabey’imizle birlikte yaşadık. Elbette bu süreçte o kadar ders verilecek, düzeltilecek, değiştirilecek hallerimiz oldu ki binlerce mektup yazılsa sezadır…
Hem ben ağabeyimizin her bir kardeşimizi bir mektup gibi kalemle değil ama kelamla yazarak, nakşederek âlem-i efkâra ve gelecek zamanlara irsal ettiğini biliyorum. Ve ondandır ki yazıya geçen müellefatı, müktesebatı ve malumatı belki canlı mektuplar şeklinde kalplerde, zihinlerde, ruhlarda, hayatlarda olanların öşr-ü mişarı değildir. Seneler seneler içine ne gayretler, ne arayışlar, ne buluşlar, ne oluşlar sığdırdı bu muhterem ve mümtaz ağabeyimiz. Bu mektuplar da senelerin birikiminden sızan kimi kâmil, kimi arif, kimi muhlis, kimi yâd isteyen, kimi murad isteyen, kimi nasihat isteyen, kimi kaçak ve kaçamaklara, kimi çok yakınlara, kimi çok uzaklara, kimi kendini bilenlere, kimi bilir geçinenlere, kimi bekleyenlere, kimi bulanlara çeşit çeşit sıfatlarıyla pek çok kardeş ve arkadaşlara direkt, endirekt nice mesajlar, nice sırlar, nice hakikatler içeriyor, muhataplarıyla buluşmak istiyor ve muhatap olunmak istiyor…
“Mektûbât-ı İhsâniye” denmeye layık bu kıymetli eser “Kuş Sütü” gibi ve diğer eserleri gibi hem ağabeyimizden bize yadigâr, hem kendimizi içinde bulacağımız bir hatıra, hem de mühim bir daimi ders olarak irfan ve irşat sahasında yerini almak üzere tertip ve tanzim edilmiş neşre hazırlanmış. Azçok emeği geçen herkese teşekkür eder, bu hakkın ifasında büyük bir ecri ihkak ettiklerini gönülden ifade etmek isterim.
Müstesna ağabeyliği, muhterem muallimliği, mutena hakîmiyeti, mahsus üslup ve usulüyle, bedî tefehhümüyle, emsalsiz ve garip tefekkürüyle, müessir ve mümtaz ihlasıyla her zaman bizim maddi ve manevi varlığımızı şereflendiren, (bir mektubumda özellikle mahşere senet olarak belirttiğim gibi) bizde ne varsa ondan yansımaları barındırdığının, pek çok şeyimizi ona borçlu olduğumuzun idraki ve itirafı içinde bir büyüğümüz, ağabeyimiz olarak baş tacı ediyor ve ellerinden öpüyorum…
Himmet ve himayetini, dua ve desteğini, ders ve tederrüsünü üzerimizde hissettiğimiz, birlikte yaşadığımız ve memnuniyetini taşıdığımız ağabeyimize binler makbul dualar, gönüller dolusu muhabbetler iletiyorum. Risale-i Nur’u özgün ve özenli temsil ediciliği hususunda alabildiğimiz bütün nurlar adına sonsuz minnetlerimi, hürmetlerimi sunuyorum…
Sağlık ve afiyetle. Huzur ve saadetle...
AHMET FEYZULLAH ÖZKUL